Bugünlerde herkes ekonomi’yi konuşuyor, takip ediyor, tartışıyor. Hiç kimse önünü göremiyor!... Kur artışları ne kadar daha sürecek? Artan dolar fiyatları, ekonomi’ye, enflasyona nasıl yansıyacak? Herkes; bu soruların ve cevaplarının peşinde...İşte; böyle bir ortamda Muhabirimiz Muhammet Fatih Başcı, Burdur Belediye Başkanı Ali Orkun Ercengiz ile ‘ekonomi söyleşi’si gerçekleştirdi. Ekonomi odaklı bu mülakat’ta Başkan Ercengiz’in ekonomik gidişata dair tespitleri, izlenimleri, ekonomik sıkıntıların Burdur’a, Burdur ekonomisine nasıl yansıdığı ve esnafın sorunlarına ilişkin görüşleri ile kriz’in Burdur Belediyesi’ne, bütçesine yönelik etkileri, genel ve yerel ekonomi hakkında açıklamaları yer alıyor. İşte; Başkan Ercengiz’in gözünden ekonomi...

“Döviz değer kazanmadı, Türk Lirası değer kaybetti”

Kur’daki son dalgalanmaları, nedeni ve sonuçları açısından ikiye ayırmak gerekiyor. Öncelikle nedeni; Türkiye’deki enflasyonun sonucunun faiz olarak nitelendirilmesi, ülkeyi yöneten sayın Cumhurbaşkanı ve ekibinin faize karşı başlattıklarını iddia ettikleri mücadele neticesinde yatırımcının mevduattaki kaynağını çekip kendini güvenli bulduğu dövize yönelmesi. Çünkü; son bir yıllık gıda enflasyonunda sokağın sesini dinlediğimizde % 50’nin üzerinde ve yurttaş olarak bizlerde bunu görüyoruz, hissediyoruz. % 50’nin üzerinde artan fiyatlar. Artı Türkiye’nin en büyük enerji kaynağı olan doğal enerji santralleri ve oralardan üretilen elektrik’in doğal gaz zammına bağlı olarak sürekli zam görmesi ve bu görülen zamlar neticesinde üretici maliyetlerinin artması. Üretici maliyetlerinin artmış olması da nihai tüketiciye gelen zincir içerisinde sürekli artan maliyet olarak karşımıza çıktı. Bugün geldiğimiz noktada Türk Lirasındaki değer kaybı, dünyadaki doların değer artışına bağlı değil. Nedeni Türkiye’deki üretim yetersizliği ve geçtiğimiz yıl pandemi ile verilen mücadelenin neticesinde birçok kalemde ihracatta yetersizliğimiz ve döviz girdilerinin azalması. Tabi çok da uzmanlığım olmadığı için detayına giremiyorum ancak bildiğim şu ki; çok basit bir temel kural ekonomide arz talep arasındaki denge bozukluğu. Şu anda Türkiye’deki dolara olan talep, TL’ye olan güvensizlikten kaynaklanıyor. Bana göre temel nedeni bu... Çünkü; yurttaş elindeki parayı TL olarak tutarsa bir sonraki gün alım gücünde kaybının olacağını düşünerek doğal olarak ya altına ya da dövize yönlendi. Döviz değer kazanmadı, Türk Lirası değer kaybetti.

“Çıkış noktası; üretim maliyetlerini azaltmak ve üreticinin üretimde kalmasını sağlamak”

Nasıl bu yoldan çıkılır, nasıl ülke bu sıkıntılarını atlatacak? sorusunu sorduğumuzda; bir kere her şeyden önce şunu yapmak gerekiyor Türkiye üreten bir ülke modelini daha da güçlü hale getirmek zorunda. Temel tüketim gıda hammaddelerini üretmediğimiz sürece biz temel hammaddeyi dışarıdan satın aldığımız sürece, dışa bağımlılığımız sürdüğü sürece bizim dövizden etkilenmememiz mümkün değil. Tabi bunların hepsi birbirine zincirleme gidiyor. Akaryakıta gelen zam, gübreye gelen zam, tohuma gelen zam, toprak altından su çıkartmak için kullanılan su pompalarının elektriğine gelen zam, çok basit haliyle gıda üreticisi yani çiftçimizin belini büküyor. Çiftçinin belinin büküldüğü noktada hayvancılığın da beli bükülmüş oluyor. Zaten bu zincirleme başladığı zaman biraz önce ifade ettiğim gibi sanayideki elektirik’in fiyatının artmış olması üretim maliyetlerini artırıyor. Doğal olarak bu da Türkiye’deki enflasyonu maalesef körüklüyor... Şimdi buradan çıkış noktası üretim maliyetlerini azaltmak ve üreticinin üretimde kalmasını sağlamak. Üretici, üretimde kalabilirse, eğer biz bu kışı atlattıktan sonra artık tarladaki üretimin arz talep dengesi içerisinde öncelikle kendimize yettiği nokta da ardından ihracat noktasına getirebildiğimiz ölçüde Türkiye bu sorunları aşacaktır. Sadece tarımsal ve hayvansal üretimde değil sanayi üretimleri de böyle. Sanayi üretimlerinde hammadde krizini çözmeden, yani hammaddeye ödenen her bir doların değerinin vatandaşın cebine yansıdığını hesap edecek olursak dolar’daki ateşi düşüremeden hammadde fiyatlarının düşeceğini de düşünmüyorum.

“Yola da ihtiyacımız var, binalara da ihtiyacımız var. Ama, önce insanı yaşatmaya ihtiyacımız var”

Doğal olarak biz kamu yatırımlarını gözden geçirmek zorundayız. Öncelikle ortada bir ekonomik kriz var, evet. Bunu sayın Cumhurbaşkanımız da belirtti. Teğet geçeceğini söyledi. Demek ki; ortada bir kriz var. Yani bunu en birinci ağızdan Türkiye kabulleniyor ki kriz olduğunu hepimiz biliyoruz. Çünkü son birkaç ay içerisinde paramızdaki değer kaybına bağlı olarak, paramızın alım gücünden ötürü yurttaş olarak ortalama % 60 yoksullaştık. Bunun ortadan kaldırılabilmesi için öncelikle üretime yatırım yap- mak, insanların temel ihtiyaçlarını karşılamak ve kamu yatırımlarını yaparken de öncelikleri doğru değerlendirmek gerekir. Yani yola da ihtiyacımız var, binalara da ihtiyacımız var. Ama, önce insanı yaşatmaya ihtiyacımız var. İnsanımızın yaşaması lâzım, insanımızın en azından orta ölçekte geleceğine güvenle bakabilmesi lazım.

“Asgari ücretle geçinen bu ülkenin % 40’a yakın insanı çok zorlanıyor”

Alım gücü azalınca toplum, birtakım giderlerini kısıtlamak zorunda. Yani temel ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra insanlar, kazancından tatile giderler, yatırım yaparlar, tasarruf edip gayrimenkul satın almaya çalışırlar. Şimdi bütün bunların hepsi rafa kalktı. Şu anda herkes mutfağın ateşini söndürme derdinde ve her gün değişen fiyatlar karşısında da özellikle asgari ücretle geçinen bu ülkenin % 40’a yakın insanı, insanımız çok zorlanıyor. Bunu fark ediyoruz. Halk ekmek fırınlarının önündeki kuyruklar, tanzim satış mağazaları, vatandaşın semt pazarlarında özellikle akşam saatlerini tercih etmesinin temel nedeni bu, en ucuza almak için gösterdiği çaba.

“Bizim topraklarımız zengindir, verimlidir. Yeter ki köylümüz, üreticimiz, çiftçimiz, hayvancılıkla uğraşanlara imkân tanınsın”

Biz 1980’li yıllarda en çok övündüğümüz şey; kendi kendine yetebilen 7 ülkeden birisiydik. Yani Türkiye tarımsal üretime o günün teknolojilerine rağmen değer veren bir ülkeydi. Bir model benimsendi. Aslında bu model ne kadar doğru bu da tartışmaya açılır. İthalat’ta eğer; daha ekonomik ise, ithal ürünlerin Türkiye’ye girişi belli kolaylıklara döndürüldü, belli olanaklar sağlandı, ithalat için. Ama, siz yaptığınız her ithalat’ta ya da her ithal malzemenin Türkiye’ye girişinde üretici’yi üretim’den kopardık. Üretici, üretimden uzaklaştı. Çünkü; Türkiye’de karkas et fiyatı 50 lira iken, eğer; siz ülkeye 30 lira’dan et sokarsanız ya da buğday fiyatına işte 2000-2500 lira fiyat verirken 1500 lira’dan buğday sokarsanız yerli üreticinin elindeki malı satmasının önüne geçersiniz. Bir süre sonra üretici üretimden vazgeçtiği anda bu sefer tamamen dışa bağımlı olursunuz. İşte; böyle dönemlerde döviz’deki ani kur artışlarında bu sefer sizin 2000 lira’ya beğenmeyip almadığınız ya da pahalı bulduğunuz buğdayı 5000 lira’ya alırsınız. Sonuç ve süreç, maalesef bizi bu noktaya getirdi... Bizler üretimi desteklemeliyiz, üretimi korumalıyız. Rusya’nın çiftçisini, Bulgaristan’ın hayvancısını veya Ukrayna’nın pirinç üreticisini, buğday üreticisini desteklemek yerine kendi üreticimizi, ama tarla başına değil üretim başına destekleyerek ayakta tutabiliriz. Hatta ve hatta öyle bir döngü yaratmalıyız ki; üretim anından üreticinin ürettiğinin satın alma garantisinin verilmesine kadar. Çünkü; bizim Toprak Mahsulleri Ofisimizin kuruluş felsefesi budur. Vatandaşımız, yeter ki; üretsin, kimse satın almazsa, devlet bunu satın alır felsefesidir. Yaklaşık 11 milyon ton buğday, 2021 verileri yapılan ithalat. Toplamda yani 20-25 milyon aralığında buğday tüketiminin olduğu ifade ediliyor. Bunun % 40’ı neredeyse şu anda ithalat’ta, ithalat yoluyla elde ediliyor. Bizim topraklarımız zengindir, verimlidir. Yeter ki köylümüz, üreticimiz, çiftçimiz, hayvancılıkla uğraşan arkadaşımıza imkân tanınsın. Biz tarımsal üretimin, dolayısıyla hayvansal üretimin temelinin başından desteklenerek ve bu desteğin de yıllar boyu değil bir defaya mahsus destek verilip sürdürebilir fiyatlarla götürülmesini bekleriz. Çünkü; sürekli desteklerle bu işin yürütülemediği zaten destek kelimesinin anlamından anlaşılmaktadır. Üretim sürdürülebilir olmalı. Üretimin sürdürülebilir olması için de üretim maliyetlerinin azaltılması, köylünün, çiftçinin, üreticinin tarımda kalabilmesi için kesinlikle ürününün para etmesi garanti edilmelidir. Temel felsefe bu olmalı.

“Krizler, Burdur’a geç gelir, geç çıkar!”

Ekonomik krizler genelde Burdur’a geç gelir. Çünkü; büyük bir ekonomi potansiyeli olmadığı için Burdur’da hemen hissedilmez. Ancak Burdur’dan geç çıkar. Çünkü; kriz Burdur’da hissedilmeye başladığı andan itibaren zaten birçok küçük esnafı olumsuz etkileyecektir. Çünkü; Burdur halkının bütçesi bellidir. Burdur halkı küçük esnafından alışverişi azaltmaya başladığı anda bu zincirleme küçük esnafın kazancının azalması, dolayısıyla küçük esnafın para kazanamaması durumunda tedarikçiye kaynak aktaramaması, yanında çalıştırdığı işçiyi azaltması, hizmet sektöründe azalma yani birçok sektör çok çabuk etkilenecektir. Biz şu ana kadar özellikle 2020’de pandemi - salgın nedeniyle öğrencisiz geçirdiğimiz bir sene de zaten küçük esnafımız çok yaralıydı. Şimdi büyük bir beklentiyle 2021-2022 sezonunu açtık üniversite açısından. Ancak bu ekonomideki daralma doğal olarak Burdur’da okuyan öğrencinin cebine de yansıyacak. Yansıdığı takdirde hizmet sektörü de bundan beklediğini bulamayacak. Doğal olarak insanlar birçok şeyi harcamasını önünü göremediği için ertelemek durumunda kalacak. Vaziyet bu.

“Ekonomideki belirsizlik yerel yönetimleri de etkileyecektir. Biz hizmetimizden taviz vermeyeceğiz”

Elbetteki; bu durumlar Belediye bütçemizi de olumsuz etkiliyor. Bugünkü enflasyon oranına göre bakıldığında asgari ücret veya sürekli işçimize, memurumuza yapılacak zamları belediye bütçemizden karşılamak durumunda olduğumuz için hesap, kitap yaptığımızda bizim üzerimize yıllık binecek yükün yani ortalama 1000 liralık asgari ücrete yapılacak zam da 8-10 milyon liranın altında olmayacak, ekstra bir yük getirecek ki sosyal güvenlik payını da işin içine dahil ettiğimizde bu rakam 15-20 milyon liraları bulabilir. Biz mümkün olduğu kadar halkımıza hizmeti en ekonomik şartlarda sunuyoruz. Ne kaldırım katılım payı ne de asfalt katılım payı bugüne kadar almadık. Çünkü; biz halktan aldığımız vergiyi, halkımız adına toplanan katılım paylarını halkımızın yararına bugüne kadar hep ücretsiz hizmet olarak sunduk. Sadece gelir kaynağı olarak baktığımızda içme suyundan aldığımız bedel, ilan, reklâm vergileri, emlak vergileri ve belediyeye ait gayrimenkullerden elde ettiğimiz paylarla genel bütçeden belediye’ye aktarılan İLBANK payı. Yani tüm bunları topladığımızda bu yıl başa baş getirdiğimiz bir bütçeye çok da fiyat artışları yapmadan ücret ve tarifeleri görüştük, ancak ekonomideki belirsizlik böyle devam edecek olursa, çünkü alım maliyetleri, girdilerimizin çok arttığını bizzat takip ediyorum. Örneğin asfalt malzemesi olarak kullanılan bitümün, araçlarda kullanılan akaryakıtın ve tüm kullandığımız malzemelerin yıllık bazlı ortalama fiyatının yaklaşık % 50’lere yaklaşan bir artışla karşımıza çıktığını görüyorum. Birkaç belediye başkanı arkadaşı- mızla konuşup görüştüğümüzde ihaleye çıktık- ları projelere katılımcı gelmediğini ve bu noktada müteahhitlerin de önünü göremediğini, bugünün maliyetleriyle 6 ay içerisinde veya 1 sene içerisinde yapılacak belediye hizmetlerinin ve binalarının karşılanamayacağı yönünde kaygıları olduğunu konuşuyoruz. Tabiiki; ekonomideki belirsizlik, yerel yönetimleri de etkileyecektir. Biz hizmetimizden taviz vermeyeceğiz. Her zaman söylediğimiz gibi insanı yaşat ki devlet yaşasın. İnşallah 2022’de ekonomide belli ölçüde güven oluşturacak parametreler yerine gelir veya getirilirse Türkiye’nin önünde güzel günler olabilir. Bundan da umutluyuz.

İş insanı, yatırımcı girdiği her iş’ten kâr etmek isteyecek, ama, devletin kâr etmek gibi bir düşüncesi olmaz, olmamalı...”

Bir kere her şeyden önce kamu genelgeler yayınlanıyor, ama bu israfa yönelik birtakım tedbirleri güçlendirmek lâzım. Kamu hizmet alımlarında, eğer kamu eliyle yapılabilecek bir şeyler varsa bunları kendi eliyle yapılabilmeli. Bu ülke 1973 yılında Boğaziçi köprüsünü yaptı. Bu ülke yıllarca otoyollar ve barajlar yaptı. Bu ülke çok önemli büyük yatırımları, hastanelerini, okullarını, üniversitelerini hep kendisi yaptı. Yani çözüm önerisi noktasına geldiğimizde; kamu kaynaklarının doğru kullanılması açısın- dan israftan uzak, devletin kendi eliyle yapa- bileceği işleri, kendi eliyle yapabileceği bir düzeni, kamu - özel iş birliğini önemsemekle birlikte kamunun kendi eliyle yapabileceği birçok şeyi de kendisinin yapmasının doğru olduğunu düşünüyorum. İş adamı, yatırımcı girdiği her iş’ten kâr etmek ister, ama devletin kâr etmek gibi bir düşüncesi olmaz. Devletin elde edilecek gelirleri, yine yurttaşına yatırım olarak geri dö- necektir. Olaya böyle bakmak lazım. Ben biraz daha devletçi olunması gerektiğini düşünüyorum bu dönemde. Devletin kendisini korumasını, dolayısıyla kendisini koruyan devletin de vatandaşını koruyacağını düşünüyorum.